28 Ekim 2008 Salı

siz yokken

siz yokken ben
kendimi gökdelenin tepesinden aşağıya bıraktım.
uçarken kollarımı açtım
geçmişide topladım.
şimdi kafamda 10 yüz bin baloncuk
sorunları
beton zemine doğru yol almaktayım.
bide siz yokken ben
aşık oldum
adını bile bilmediğim birine
kadıköy pendik otobüslerinin o gece tenhalığı içinde
gözleri gözlerime bir kez değmiş birine.
siz yokken kıskandım ben
çok kıskandım
yeni yeni sayfalarda aldattım.
sonra yediğim yemeğin içtiğim suyun tadı kalmadı.
boğazımda ağlamadan önceki o düğüm
yatılı bir hal aldı.
siz yokken ben
yeni insanlar tanıdım
sonra gereksiz çıkarımlar yaptım
bağlantılar saptadım.
sonuçta aynı noktaya vardım.
siz yokken ben
şapkamı önüme koydum önce
içinden tavşanlar çıkardı eskiden
hani bi şarkıda söylediği gibi
tavşanları bulamadım.
siz yokken ben
yine
hastalıklardan döndüm.
geceleri konuşcak kimsem yoktu yüzde elli
şimdi hiç yok bulabilcek teselli.
siz yokken ben
kelimelerde cambazlık yaptım.
yaptım da neye yaradı ?
beton zemine yol alırken bunu hatırladım.
siz yokken ben
kartondan hayaller yaptım
çatısının altında
yağmurdan sığındım.
siz yokken ben
korktum
ürktüm
ama ağlamadım.
ağlasaydım boğulucağımı anladım.
siz yokken ben
elim gitti telefona bi iki kez
sonra baktım şov mast go on dedi tanrı
ben yerimde sayıyordum
ama şov devam ediyordu.
tanrı beni unutmuştu belki.
belki size yol çiziyordu
sözlerimi geri aldım
tanrıya inandım
yalnızlığa
çakıldım.

17 Ekim 2008 Cuma

okur yazar

90.(!) yazımı siz değerli okuycularıma ithaf ediyorum.

sizlere bir konuşma hazırladım izninizle;

"
-






-saolun."

distorsiyon

ey kötülüklerin, gücün ve ahlakın koruycusu.
tapındığın putların altında ezerken seni. heykellerin tutmayan kollarından yenbir öngörü işliyorum bilinçlere. mutlak suretle zamanın üç çıkmazından geçen altın sarısı saçlı zihin. ve zihnin kıvrımlarında yaşayan yeni tenin. toprağın örtüsü.

*

minyatür masturbasyon

giriş.
bu teatral portremi çizerken ;
çoğu kişinin görmeyeceğini biliyorum.
gelişme.
ama kralın kıyafetleri sadece akıllılara gözükür.
sonuç.
ve ben iç çamaşırlarımı giymeden aklımı kullanacak değilim !

15 Ekim 2008 Çarşamba

soru işareti

sırtı dönük bana
enlem ve paralellerin
dört işlemden bile beni en çok seven
çıkarma ve bölmeyken
sınıf belirleme sınavlarına
ne anlamı var isyan etmenin ?

.lesişik

bi yazı yazdım
sonra sildim sonra yine yazdım
anlatmanın anlamsızlığı geldi sonra aklıma
çünkü anlatsaydım şu aşağıdaki kısmı gibi olucaktı sildiğim yazının
yine kocaman heykeller gözlerimi karartacaktı.
tercih meselesi herşey
ben dışında kaldım, kaldırıldım
orda bırakıldım. sonra orda olduğuma kendimde inandım.
hayatımız kalem kutularımıza benziyo bence
ben hep karalardım. içini düzenlerken bile
kalemlerin kendine ait yerlerini hazırlardım.
bundan zevk alırdım örneğin
ama hep dikkat çekmeycek kadar yırtılmış, dağınık, kirli kaldı kalem kutularım.





" ....ama ben saygı duydukça o kadar çok, o kadar büyük heykeller geldi ki yamacıma. kendi heykelimi yerleştirecek bi aralık bulamadım etrafta. "

9 Ekim 2008 Perşembe

anlam

bana uzaklığın en yakın atar damarım kadardı
kazadan sağ kurtulsaydım ayrılığımız anlamlıydı.

altın kafes

'sahiplenmek' som altından kafes gibidir,
kafesin içinde bir bülbül hep senindir.
ama bülbül için sen sadece kafesin bekçisisindir.
özgür olmak ister o.
ve sen sevdiğini sanarken onu kendindenle birlikte
hapsedersin som altından kafese.
bir tutsak için ise;
kendi kafesini hazırlayan sahiple
aynı hapiste kalmak
sebeptir cinayet fiiline.

8 Ekim 2008 Çarşamba

na-pratik

teoride seviyorum seni,
hani öğrenmek gibi bi teoremi,
insanları, insancıkları
bademi ve leblebiyi
tatmadan mesela tadını bilmek gibi.
insanların özgür olduğunu bilmek gibi
kuşlar gibi ..
sınırların sınırsızlıklar olduğunu bilmek;
tüm o karanlık geçen günlerin
sebebinin kendin olduğunu bilmek gibi.
yalnızlığı kendine yormak gibi,
dünyanın bozuk düzenini
ve çözümlerini,
kayıp düşlerin kaybolma nedenlerini
fedakarlıkların, zayıflıkların, bezginliklerin
sebebini bildiğim gibi.
düştüğüm yerden
kendi ellerimle kurtulacağımı bildiğim gibi.
hayvanın ve doğanın bir olduğunu bildiğim gibi.
en kötü anında yanında olduğum gibi.
tüm emeğim sen olduğu gibi

teoride seviyorum seni.

6 Ekim 2008 Pazartesi

öylesine

kendi kendine kalmayı ister ya insan bazen . hah ben tam o noktayı çok kurcalamışım sanırım. önceden evden çıkmaz 10 kaplan gücünde oyun oynar, şarkı türkü sölerdim. odayı ve dolayısı ile apartmanı inletirdim. çokda eğlenceli gelirdi. şimdi bi hafta evde kalmak işkence gibi geliyo işin kötüsü bu öle bişey ki moralimi bozuyo ama dışarı çıkma isteğimde azalıyo. yarın mesela bi yerlere gitmem gerek ama zerre istek yok. önceden tek başıma oraya buraya giderdim. hızlı mesafe kat ettğimden olsa gerek evede erken dönerdim. ama hiç o eve erken dönmeleri yapasım yok evden çıkasımda yok ama çıksam dönmek istemiycem. dönücem. böyle garip bi ruh hali içindeyim. bayramdan olsa gerek. çok bozdu beni. halbüki iyiydim hersabah 17 akşam 133 kulağımda kulaklık insan inceliyodum ne güzel. hafta ortası gelse belki kurtulurum şu halden ama kesin bişey var yarın berbat geçicek. ya da ben çok abartıyorum.

.

kontrolsüz, pis zemin.
iki yüzlü gülümsemeler dudaklarda
aşağlık kahkahalardan yeni çocuklar doğuruyor
büyüdükçe aynı gülümsemeler dudaklarda
dönüp başa saran bir film gibi
tazeliğini bile yitirmiş çoktan
kirli gülümsemelerden dünya
tekrar doğuyor
yarını olmayan umutlara.

3 Ekim 2008 Cuma

triloji

birinci paragraf..

insanlar kaçacak yer arıyorlardı. rüzgar eserken aralarında. tüm o yağmur çamurda. kaçıcak yer arıyorlardı birbirlerinden çok uzaklara. zaman yağmur damlalarında dökülüyordu toğrağa. insanlar kaçıcak yer arıyorlardı. mesafeler vardı umutla aralarında. ıslanmış, kimisi beyaz,siyah, gri tüm insanlar kaçıyorlardı. kendilerinden, seslerinden, hikayelerinden. tüm bu kargaşa arasında sadece ufak yüzler seçiliyordu. elleri kenetli. insan selinin ortasında oldukça durağan ve güçlü. ifadesiz duruyorlardı. umut yitmişti. umut soluktu. insanlar farketmeyecek kadar korkaktı. insanlar kaçıyorlardı. yağmur şiddetlenirken iyice selden geriye ufak soluk yüzler kaldı.

ikinci paragraf..

gün doğdu. tüm o kasvetli ve durgun geçen günlerden, aralıksız yağan yağmurdan sonra gün doğdu. pencereyi araladı yavaşça. odaya dolarken ıslak toğrağın kokusu yavaşça yudumladı kahvesini. içerden çocukların sesi geliyordu. aldırmadı. kendine kalan gerçeklik sadece penceresinden görünen yol ve gökyüzüne uzanan dağın dik yamaçlarıydı. ne zamandır bu halde olduğunu bilmiyordu aslında. evlenmek gençlik rüyalarını süslemişti. ama hayattaki herşey gibi evliliğide tam bir fiyaskoydu. bir haftadır yağan yağmur sanki kendi üstüne yağmış gibiydi. hayat ona kusmuştu tüm nefretini. ellerini hatırlıyordu, gençken elleri kendini kurtarabilirdi. ama şimdi 4 tarafı duvar olan hapishanesinde bağlılık ve bağımlılık mahkumiyetindeydi. çocukluğu geldi sonra aklına. tekrar çocuk olsaydı pencereden atlayıp o dağa koşardı. yamaçlarından düşmek pahasına. sonra herşey yok oldu birden. tek hatırladığı ıslak kayalar, yaralanmış eli, esen soğuk rüzgar ve çığlıklardı.

üçüncü paragraf..

"kurtulmayı bekleme. kurtulmayı bekleme. kurtulmayı bekleme."

durmadan tekrar etmek tek yoluydu bu karanlık yerde yaşayabilmenin. yağmur geldiği gibi gitmişti çoğu insan için. sonra konuştu ufak yüzlü umut. tüm bu korkunun ortasında..
" kurtulmayı bekleme, sana gelecek olan kendi ellerinden çıkandır ancak. ben sandığın değilim. sandığın kendinsin. ve güneş tekrar yıkandığında insanlar olacak bizim yerimizde. elleri kenetli, sakin. bilecekler ki güneş kendileri. ve anlayacaklar o zaman dik yamaçların, esen rüzgarın gizemini"